MURAT BOZOK

24 - 09 - 2024

Şef Murat Bozok ile Leonardo Polonezköy’de gastronomiye dair merak ettiğimiz her şeyi konuştuk, keyifli okumalar...

Murat Bey, sorum biraz soru içinde soru barındırıyor. Ben tanıştığım insanların nereli olduğunu çok merak ederim bunun sebebi tamamen hangi kültürle diyalog içinde olduğumu anlamaktır. Memleketimizde çoğunlukla insanların etiketini koymak için sorulsa da bu soru benim için tamamen kültür merakımı gidermekten ve soracağım çok soru olmasından kaynaklanıyor. Bu sebeple “Murat Bozok nerelidir, kimdir, nasıl bir ailesi, nasıl bir çocukluğu olmuştur, yemekle ilişkisi nasıl başlamıştır, ilk yaptığı yemeği hatırlıyor mudur?” gibi birkaç soruyu yekten sormuş olayım. Siz dilediğinizi anlatın, dilediğinizden başlayın lütfen.

Ben göçmen bir ailenin çocuğuyum, Balkan göçmeniyiz. Baba tarafı Boşnak, anne tarafı Selanikli, kütüğümüz ise Edirne. İstanbul’da doğup büyüdüm. Şanslıyım; Balkan ve Rumeli kültürünü hep sevmişimdir, hep kendime yakın bulmuşumdur çünkü DNA’mda var sonuçta. Annem özellikle sabah kahvaltısından önce kat kat börekler açar, fırına koyardı ve biz o kokuyla uyanırdık. Bu, gençliğime ve çocukluğuma dair en güzel anılardandır. Sonra bütün aile kalkar, sofrayı beraber kurar, babamın da hafta sonu çalışmadığı zamanlarda beraber yerdik. Gerçekten özel anlardı. İnsanın kökeniyle gurur duyması ne kadar doğru bilmiyorum çünkü benim yaptığım bir şey yok, bunu seçmedim ama içten içe gururlandığım da bir şeydir. Velhasıl, İstanbul’da okudum. Ailemin tekstil işleri vardı; beni hep yazın ortaokulda ve lisede tekstil işlerinde çalıştırırlardı. O zaman çok kızardım; üç ay boyunca sadece hafta sonları iznim olurdu. Bir yıl boyamacılık, bir yıl dokumacılık, bir yıl mali müşavirin yanında hafta içi çalışırdım. Arkadaşlarım; okul tatillerinde gezer, tozar, maç yapar, dışarı çıkar ama ben çalışırdım. Hiç hoşuma gitmezdi ama bugün müteşekkirim kendilerine: İyi ki çalıştırmışlar iyi ki o ticaretin içine koymuşlar, gelişmemde çok etkili oldu. Herkese tavsiye ederim; az ya da çok gençleri bir yerlerde sorumluluk sahibi yapmak lazım. Tabii daha sonra ben o tekstil işini çok sevmedim ve oraya girmek istemedim. İşletme Fakültesini bitirdim İstanbul Üniversitesi’nde. Okuldan sonra başka bir iş yapmam lazımdı; bir dünya vatandaşı olmak istiyordum. Hepimiz farklı ülkelere gidiyoruz zaman zaman gezmek için ama iki üç gün turist olarak gittiğinizde oranın kültürünü, politik gerçeklerini çok fazla anlamak mümkün değil çünkü lay lay lom geziyorsunuz en güzel yerlerde. İnsanların sorunlarını, neler hissettiklerini, neler düşündüklerini bilmiyorsunuz, derinlerine girmek mümkün değil. Ben o çocuk yaşta dünyanın farklı yerlerinde çalışmam gerektiğini hissediyordum. Bunu yapmaya müsait bir iş düşünüyordum ve yemek yapmayı seviyordum; o zamanlar kendi kendime yemekler yapıyorum, bazen arkadaşlarıma küçük yemekler yapıyorum ama hiçbir zaman böyle profesyonel düşünmedim çünkü şeflik o dönem popüler bir meslek değildi. Ben 1975 doğumluyum, 18 yaşında üniversiteyi bitirdim. “Bir şey yapmam lazım, ne yapayım?” dedim ve aşçılık bana çok cazip geldi. Eskiden gerçekten kız vermiyorlardı aşçı olana; toplumda en alt seviyede gözüküyordu. Ben aşçı olmak istediğimi anne babama söylediğimde babamın lafını hiç unutmuyorum: “Oğlum ne öyle lahmacuncu çırağı gibi, bizi utandırmak için mi yapıyorsun?” tarzında bir şey söylemişti. O zamanki bakış açısıyla da doğruydu. Şimdiki gibi hiçbir üniversitede gastronomi bölümü yoktu. Televizyonda MasterChef gibi gibi güzel programlar yoktu mesela, bugünkü gibi köşe yazarları yoktu. Gastronomi toplumun alt seviyesine dair bir iş gibi görünüyordu. O zaman otelcilik çok modaydı. Ben de yalan söyleyerek otelcilik okumaya gidiyorum dedim ve aynı üniversitede aşçılığa kaydoldum. Uzun süre aşçı olduğumu bilmediler. Amerika’ya gittim ve orada üniversiteyi okuduğum için bazı dersleri saydırıp bir senede bitirdim. İlk işim New York’taydı, daha sonra Boston’da çalıştım yaklaşık beş sene kadar. Kafamda hep Michelin yıldızlı restoranlarda çalışmak vardı; o zaman da Michelin Amerika’ya henüz gelmemişti, Amerika’ya biraz daha önce geldi Türkiye’den. Hep böyle büyük baba şeflerle çalışmak istedim; Robuchon gibi. Dedim ki benim bunlarla çalışmam lazım. Çalışırken bir yandan da Fransızca derslerine başladım. Dedim ki Fransa’ya gitmeliyim. Büyük şeflere mektup yazmaya başladım ama elle yazıyorum. Onlara; “Ben sizin yanınızda çalışmak istiyorum, para pul önemli değil.” şeklinde şeyler yazdım ki o zaman Amerika’da iyi bir pozisyona gelmiştim, çok iyi bir otelde Sous Şef yani yardımcı şef pozisyonunda çalışıyordum. Hem maddi hem de manevi olarak bu zorluğu aşmıştım. Her hafta elimle beş altı şefe yazıyor ve yolluyordum. Tam 12. mektupta sabah 5 gibi telefon çaldı, Pierre Gagnaire aradı; İstanbul’daki arkadaşlarıma da bahsetmiştim Fransa’ya gitmek istediğimden, herhalde birileri beni İstanbul’dan arıyor, dalga geçiyor dedim. Önce çok ciddiye almadım, daha sonra o olduğunu anladım. “Senin Fransızcan çok iyi değil ama,” dedi. “Ben öğrenirim.” dedim. O da bana, “İngiltere’de restoran açıyoruz, oraya gel. Orada hem İngilizce konuşursun hem de daha rahat olur.” dedi. Ben de evet güzel bir fırsat olur ama daha restoran açılmamış, ne olacağı belli değil diye düşünüp biraz ağırdan aldım. Daha sonra İngiltere’deki büyük şeflere yazayım diye düşünerek o yolu denedim. Vallahi ya ikinci ya da üçüncü seferdi Gordon Ramsay’in ana ofisinden aradılar. Ben de o zamanlar Gordon Ramsay’i tercih ettim. En aşağıdan başladım tekrar, hızlı hızlı yükseldim. Üç sene çalıştım, sonra benim yine bu Fransız büyük şef aşkım depreşti. Robuchon’la, Saint Germain’de çalıştım. (Kendisi dünyada en çok Michelin yıldızı olan insan, vefat ettiğinde tam 31 tane Michelin yıldızı vardı.) Daha sonra İngiltere’ye bir restoran açtı, orada devam ettim. Bir buçuk iki sene sonra Gordon Ramsay’den yeniden teklif aldım; ona geri döndüm. İngiltere’de üç sene daha çalıştım, toplamda altı sene çalışmış oldum. Sonrasında Türkiye’ye geldim, Mimolett adında bir restoran açtım. Akabinde bir okul açtığım için restoranı kapatmak zorunda kaldım. Bu okul MBK İstanbul’du. Daha sonra okulla beraber danışmanlık işleri başladı, o sırada başka okullara yardımcı oldum, hâlâ da devam ediyoruz. Ben ders vermeyi çok seviyorum. Bununla beraber bütün dünyada danışmanlık hizmeti veriyoruz. Ekibim var, yoğun bir şekilde çalışıyoruz. Senede kırkın üstünde restoran açıyoruz. Los Angeles’ta, Kaliforniya’da, Özbekistan’da, Afrika’da, Belçika’da, Romanya’da, İngiltere’de, İran’da ve Katar’da da danışmanlık verdiğimiz restoranlar var. Çok farklı yerlerde restoranlara, otellere, havalimanlarındaki ve AVM’lerdeki yeme içme alanlarına danışmanlık veriyoruz. Çok uzun süre Milliyet ve Habertürk’te köşe yazdım. İki tane kitap yazdım; bunlardan bir tanesi de Mimolett. Tüm bunların yanında katering işleri de yaptık. Özetle bu meslekte yapmadığımız iş kalmadı diyebilirim. 

Murat Bey, sizin de az önce bahsini ettiğiniz bir şeyi özel olarak da sormak istiyorum, siz dünyaca ünlü, michelin yıldızlı restoran imparatorluğu kurmuş bir şef ile çalıştınız. Bu şef hiç şüphesiz Joel Robuchon. Sizi bulmuşken soracağım Gordon Ramsey’in kulağında duyma kaybına neden olan gerçekten Robuchon mu? Onunla çalışmak zor muydu, öğretici olduğuna hiç şüphemiz yok ama disiplini kişiyi yoruyor muydu? Bir de unutamadığınız anınız var mı her iki isimle ilgili. Varsa paylaşmanızdan büyük mutluluk duyarız.

Çok zordu. İnsanlar mesela televizyondan Gordon Ramsay’i sert bilirler. Gerçekten serttir, küfürbazdır biraz ama Robuchon ondan daha sertti. Birçok şefle çalıştım, kendisi açık ara dünyada gördüğüm en yetenekli şef, Allah vergisi bir yeteneği var. Mutfağa girer ve bazen yanımızda yemek yapardı. Arkadaşlarla fısır fısır konuşurduk yani ne yapıyor bu diye, enteresan, hastalıklı bir yemek yapış tarzı vardı. Ben onu köpek balığına benzetiyorum ama iyi anlamda. Onların duyuları bizden çok daha fazla gelişmiştir ya hani, o konuda gerçekten acayip bir yeteneği vardı. Gordon Ramsay hikâyesi de şöyle; ben de Robuchon’un restoranında çalışırken Fransız olmayan tek insandım, tek Türk bendim. Genelde Fransızlarla çalışmayı seviyor ve hep Fransızca konuşuyorlardı. Gordon Ramsay de benden önceki tek İngiliz’di ve Fransızca’da az pişmişle çok pişmişin sesleri birbirine benziyor, o sebeple bir karışıklık olmuş orada. Ramsay, şefin az mı yoksa çok mu pişmiş istediğini anlayamıyor, çok pişirip önüne veriyor, Robuchon da sinirlenip tabağı atıyor ve kulağına geliyor. Kulağı kanıyor, doktora gidiyorlar. Daha sonra doktorlar %50 duyma kaybı yaşayabilirsin diyorlar. 9 ay falan büyük bir acı çekiyor ve hâlâ devam ediyor o restoranda çalışmaya, yaklaşık bir buçuk sene kadar. Gordon Ramsay de hırslı bir adam. Sonuçta kaçmak kolay. Yani bu restoranların hepsi çok zordu, özellikle Robuchon ve Gordon Ramsay’in restoranları. Ben hep isterdim ki Türkler gelsin, yanımda çalışsın. Orada sabahtan akşama kadar çalışırken bir Türk ile maç konuşalım, politika konuşalım, Türkiye’den bir şeyler konuşalım, dedikodu yapalım, istiyordum. Hep böyle Türklere ayrı sempatim olmuştur ancak dayanan olmazdı o tempoya. Sabah 7’de başlar, gece 1’de biterdi. Hiç yemek arası olmazdı, kendiniz yemeğinizi oradan çıkartacaksınız. Ara ara düşüp bayılanlar falan olurdu mutfakta. Mutfak her hafta 40 kişi başlar ama her hafta sonu bu sayı 20’ye düşerdi. Yarısını şef kovar, yarısı kaçardı. Yani epey zordu ama ikisinden de çok şey öğrendim. 

Bir röportajınızda geleneksel tatları korumanın önemini vurguluyorsunuz, başka bir yerde de malzemenin özüne sadık kalmaktan yana olduğunuzu söylüyorsunuz. Buradan hareketle yorumlama meselesine nasıl bakıyorsunuz?

Birçok şef, egosu için yemek yapıyor. Yemekleri yorumlamak bence çok hoş bir şey ama öncelikle orijinalini iyi yapmak lazım. Genç şeflerde şöyle bir hastalık var: “Annem de sütlaç yapıyordu, ben şimdi farklı bir şey yapayım.” diyorlar. O sütlacı hayatında hiç yapmadan, onu başka bir boyuta taşımaya çalışıyorlar. Özünü iyi bilmek lazım; yorumlayabilirsiniz, ben de gençlik yıllarımda bunu yaptım ama mutlaka iyi anlatmak lazım. Menü, çok iyi bir iletişim aracıdır; sonuçta ben restorana gelen her misafiri görmüyorum. Orada oturuyor ve önüne bir menü geliyor. Bir defasında, lüfer yapmıştım. Türkiye’nin en sevdiğim balıklarından biri olan lüferi, genelde kemiği ve kılçığıyla ızgarada yaparız. Ben kemiğinden ayırıp fileto gibi çıkartıp tavada yaptım. Bana sorarsanız, çok güzel oldu. Bunu ben başka bir şey olarak versem, mesela menüye “Lüfer Fileto Tavada” diye yazsam, çok tepki almayacak ama insanların bir lüfer anlayışı ve beklentisi var; bu çok başıma geliyor. Baklava mesela, baklavayı yorumlayabilirsiniz. Baklava bizim en güzel yemeklerimizden biri. Bunu yorumlamakta hiçbir sakınca yok. “karpuzlu baklava”, “vişneli baklava” ya da bambaşka bir şekilde sunabilirsiniz. Ben de restoranlarda kremalı baklava yapıp yanına kıtırlar koyarak aynı tadı vermeye çalışıyorum. Ancak bunun restoranın kendine özgü olduğunu belirtmek önemli. Ben yorumlamaya son derece açığım, bu şeflerin içinden gelen bir şey, onların yaratıcılığını kısıtlamamak lazım ama bunu çok iyi anlatmak lazım ki seçen de ona göre seçsin. 

Murat Bey, son yıllarda gastronomi eskiye nazaran hem çok daha konuşulan, çalışılan hem de saygınlığı giderek artan bir alan. Ben de bu konularda kulağımı gözümü açık tutuyor, ilgilenmeye çalışıyorum yine de yanlış biliyorsam düzeltin lütfen. Kendi restoranının sahibi olan şef sayısı 10 yıl önceye göre epey arttı. Bu durum ülkemizde gastronomik düzeyi yükselten sebeplerden biri olabilir mi?

Bu gelişime televizyon programlarının büyük bir katkısı var. Özellikle prime time’da yayınlanan MasterChef gibi programlar, aşçılığı popüler hale getirdi. Şimdi sadece gastronomi programlarına odaklanan kanallar var, örneğin beIN Gurme gibi. Artık aşçılar, köşe yazarları, her gazetenin gastronomi köşesinde yer alıyor. Eskiden bu kadar yaygın değildi; rahmetli Tuğrul Şavkay gibi öncüler sayesinde bu alan gelişti. Bu vesileyle de kendisini anmadan geçmiş olmayayım. Bugün neredeyse her üniversitede gastronomi bölümü bulunuyor. En son bıraktığımda bu sayının 80’in üzerinde olduğunu biliyorum. Aşçılık, giderek popüler hale geliyor ve bazı aşçılar, rock yıldızları gibi popülerlik kazanıyor, fotoğraf çektirip imza veriyorlar. Bu popülerlik hoş bir şey ama bazen sapla samanın ayrılması gerektiğini düşünüyorum. Şu an durum biraz karışık. Her üniversitede gastronomi bölümü var ama her okulda eğitim verebilecek nitelikli şef bulmak zor. Bazı okullarda mutfak bile yok; öğrenciler dört yıl boyunca eğitim alıp, bir yumurta bile kırmadan mezun olabiliyorlar. Televizyon programlarının kalitesini artırmak lazım, çünkü aşçılarımız genellikle kitap yazmıyorlar ve kitaplar satılmıyor. Yani attığınız taş, ürküttüğünüz kurbağaya değmiyor. Her işte bir ayrışma mevcut ama genel olarak iyi bir yolda olduğumuzu düşünüyorum; biraz hızlı gidiyoruz ama sapla saman ayrılacaktır gibi geliyor.

Hazır bu meseleyi konuşuyorken bir de sizin Mimolett deneyiminizden bahsedelim istiyorum. Kaynağından emin olmadığım bir bilgi var elimde; siz o dönem restoranınızda maliyeti her ne olursa olsun, yalnızca organik ürünleri kullanacağınızın altını çizmişsiniz. Mimolett eminim sizin için birçok sebepten özel bir yere sahiptir, biraz bahseder misiniz nasıl başladı, ne zorluklar yaşadınız, niçin kapadınız?

Mimolett’i 2009 yılında açtım. Taksim’de, Sıraselviler’de çok özel bir restoran oldu. Rahmetli İsmet İnönü’nün kardeşi Hayri İnönü’nün tarihi binasında yer alıyordu ve oldukça hoş bir dekorasyona sahipti. Orada özel yemekler de yapardık; örneğin yazın Geyik Carpaccio, kışın bonfile, Tavşan Köftesi gibi yemekler sunardık. Ayrıca sülünler, balıklar gibi çeşitli yemekler de servis ederdik. Bu restoran benim kendi adıma açtığım ve Türkiye’deki ilk restoranımdı; daha önce yurtdışında, Fransa’da, İngiltere ve Amerika’da restoran işletmiştim. Mimolett benim için çok özel bir yerdi ve orada çok şey öğrendim. Ancak 4-5 yıl sonra mal sahibi el değiştirdiği için oradan çıkmak zorunda kaldık ve bu durum beni oldukça üzmüştü. Sonrasında bir gastronomi okulu açtık. Aslında okul açmayı hiç düşünmüyordum ama gastronomi okulu kurmak çok iyi oldu. Şu an bana, “Bu alanda her şeyi yaptınız, size maddi olarak hiçbir sorun yaratmayacak bir iş seçseniz, bu ne olurdu?” diye sorsalar, buna kesinlikle eğitimcilik derdim. Gastronomi anlatmayı, konuşmayı, gençlere bilgilerimi aktarmayı çok seviyorum.

Çok merak ettiğim bir şey de Gastronomi’de ekol meselesi. Türkiye’de Gastronomi alanında oluşmuş ekoller var mı? Bizler örneğin şu ekolden gelen yazar, bu ekolden gelen hoca veyahut ekol sahibi bir yazar gibi ifadeler kullanırız. Gastronomide de böyle bir durumdan söz etmek mümkün mü? Sizin bir ekol yaratma isteğiniz var mı?

Bence Türk Mutfağı daha ekol yaratacak seviyeye gelmedi. Ben 25 sene önce aşçı olduğumu söyleyemiyordum. Türk mutfağı bence çok güzel, zengin bir mutfak. Özellikle evlerde yapılan tencere yemeklerinde ben dünyanın en iyisi olduğunu düşünüyorum. Birçok ülkeyi gezdim, çalıştım, orda kaldım ama restoranlarımız o seviyeden çok daha uzak. Arkadaşlarla bir restorana gidecekken “Nereye gideceğiz?” diye hep böyle bir saat kafa yoruyorum. Gerçekten kaliteli yemek yiyebileceğimiz restoranların sayısı çok çok az, onların da kaliteyi tutturması bazen zorlaşıyor. Türkiye’de bence henüz ekol yok. Yurtdışında çalışmış şefler geliyor ya da Türkiye’de güzel restoranlarda çalışmış şefler, herkes bilgisi doğrultusunda bir şeyler yapıyor. Tabii ki özümüzden de kopmamamız lazım, hepimiz Türkiye’de doğduk. Bu ülke, tarihi ve coğrafi anlamda çok zengin. Oralardan yaratıcı yemekler yapmaya çalışıyoruz ama daha ekol yaratamadık. Kendim ekol yaratır mıyım? bu çok iddialı olur, öyle bir isteğim yok ama Türkiye’de gördüğüm şeflerin bazıları daha çok sadece Türk mutfağı, bazıları dünya mutfağı çalışıyor, Yani şef hangi ülkenin kültürüyle pişmişse onu devam ettiriyor. Şu an böyle böyle doğru yolu bulmaya çalışıyoruz gibi ama ekol için daha erken. 

Biz editörler röportaj hazırlığı yaparken konuğumuzun daha önce neler yaptığına iyice bir bakarız ancak size çalışmak bu noktada pek kolay olmadı öyle ki bu kadar çok işi ben araştırırken yoruldum siz yaparken yorulmadınız mı diye merak ediyorum. Bir yanda televizyona yaptığınız işler var, bir yanda Bein’e yaptığınız işler var, diğer yanda kendi sosyal medyanızı bir yayın organı gibi kullanıyorsunuz, öte yandan MBK İstanbul var, danışmanlık verdiğiniz restoranlar var, düzenli denetlediğiniz restoranlar var. Maşallah diyeyim şefim. Hem nasıl yetişiyorsunuz hem de bu yoğun tempoda beden sağlığınızı korumak için neler yapıyorsunuz diye sormak istiyorum.

Çok çalışıyorum, gerçekten çok çalışıyorum. Çok da seyahat ediyorum, hem yurtiçinde hem yurtdışında danışmanlıklarımız var. İstanbul’da da bunlar var, farklı farklı projeler geliyor, sosyal sorumluluk projeleri geliyor. Bir de işimiz icabı kendimizi sürekli geliştirmemiz lazım, gastronomi devamlı gelişiyor. Onun için kendime zaman ayırıp merak ettiğim restoranlara, merak ettiğim coğrafyalara gitmeyi seviyorum. Düzenli olarak spor yapıyorum, spor yapmayı seviyorum. Sevdiğim insanlarla bir arada olmayı çok seviyorum; onlarla vakit geçirip yemek yemeyi, güzel uzun yemek sofraları kurmayı, dostlarımla ve ailemle beraber olmayı çok seviyorum. Kendime de zaman ayırmayı seviyorum, sadece “Murat’ın zamanı” gibi zamanlarım var tabii. Hem düşünüp kendimi sorguluyor, hem yaptıklarımı düşünüyorum. “Nereye gidiyorum?, hayat nereye gidiyor?, bir şey kaçırıyor muyum?” şeklinde sorular soruyorum kendime. Bunun dışında kitap okumayı çok seviyorum, kitap okumaya meraklıyımdır. Ders anlatmayı çok seviyorum, hemen hemen her sene farklı üniversitelerde gastronomi bölümlerinde ders veriyorum. Gençlerle beraber olmak, onları görmek, sektör adına beni dinç tutuyor. Sosyal medyayı kullanmaya başladım, eskiden hiç kullanmıyordum. Arkadaşlarım, eşim, dostum çok kızıyordu, yeni yeni kullanmaya başladım. Oradan da bilgilerimi aktarmayı seviyorum. Bir şey aktarmak için bence iyi araştırma da yapmanız lazım, bu araştırmalar da beni dinç tutuyor diyebilirim.

Murat Bey, peki iyi yaptığınızı düşündüğünüz yemek, tatlı ve en sevdiğiniz yemek, tatlı nedir?

Sadece bir tane söylemek zor olur tatlı dışında, tatlı bence mutfakta ayrı bir alan. Evet, tatlı yapmayı da seviyorum ve biliyorum birçok temel tatlıyı ama onun üstüne kendimi geliştirmedim. Mesela Uzakdoğu mutfağında kendimi daha zayıf hissediyorum. Ama mesela çorba yapmayı severim, özellikle sebze çorbaları. Salata yapmayı çok severim, makarna yapmayı severim, et pişirmeye bayılırım, balık pişirmeye bayılırım. Bunların soslarını da yapmayı çok severim. Böyle son bir yemek hakkım olsa, ne yerdim? Herhalde et yemeyi tercih ederdim, eti seviyorum.

Murat Bey, size çok teşekkür etmek istiyorum bunca yoğunluğun içinde bize zaman ayırdığınız ve bu güzel mekanda ağırladığınız için. Son olarak okurlarımıza bir kitap ve bir film önermenizi istesem bunlar ne olurdu? Tercihlerinizin sebebini de paylaşırsanız çok mutlu oluruz doğrusu.

Benim en sevdiğim kitap Dostoyevski’nin Suç ve Ceza kitabı, iki kere okudum. Gogol’u çok severim, bütün kitaplarını çok severim, Puşkin’i çok severim, Rus Edebiyatı’na ayrı bir düşkünlüğüm var. Ama yemek kitabı olarak derseniz, bir iki tane söyleyebilirim. Thomas Keller’in kendi restoranının ismini verdiği benim çok sevdiğim bir kitabı var, “French” diye. Türkçe yemek kitabı olarak örnek vermem zor ama yurtdışından “Grand Livre de Cuisine” diye bir kitap var, onu da çok severim. “Genç Şeflere Mektuplar” diye bir kitap var, onu da çok severim. Yemek kitaplarında da benim tavsiyem sadece reçete içerikli değil, hikâye anlatan kitapları daha çok seviyorum. Çünkü reçeteyi her yerde bulabiliyorsunuz. Mesela ben bugün mangalda bir kuzu yapmak istiyorum diyelim, binlerce tarif çıkacaktır ama aslolan şeflerin felsefesi, o yemeği yaparken ne düşündüğü, geçmişi veya o yemekte farklı yaptığı şeyleri öğrenmektir. Mutfak felsefesini öğrenmek bana daha derin geliyor. Dizilerden ya da filmlerden de “The Bear” var, onu çok seviyorum, popüler de oldu epey. Şu an yeni sezonu da çıktı. kollekt okurları için önerilerim bu şekilde.

Kod Adı: Ayşe Betil
ONUR ZİYA DEMİR
MURAT BOZOK
FIRAT GÜNAYER
NİLAY ÖRNEK
DR. PINAR NOKAY
DR. ASLI ELİF TANUĞUR SAMANCI