Gazeteci Nilay Örnek ile Türkiye’de gazetecilik ve daha pek çok konuda bir röportaj gerçekleştirdik. Örnek’in kollekt okurları için önerilerde bulunduğu sohbetimizi keyifle okumanızı dileriz...
Okurlarımızın sizi daha iyi tanıyabilmesi için biraz kendinizden bahseder misiniz? Nerede doğdunuz, nasıl bir çocukluk geçirdiniz? Marmara İletişim’de okumaya karar vermeniz, ardından ilk işiniz ve meslekte geçirdiğiniz yıllar… Nilay Örnek nasıl Nilay Örnek oldu?
Oldukça kapsamlı bir soru :) Ancak özetle ifade edeyim; İstanbulluyum ve ailem de öyle. İyi ve kötü yanlarıyla tam anlamıyla şehirli biriyim; köklerim Bakırköy’e uzanıyor ve uzun süredir Beyoğlu’nda yaşıyorum. Doğayla yakın olmayı çok sevsem de, şehirle bağım da oldukça güçlü. Çocukken de mutlu bir çocuk olduğumu fark ederdim; şimdi geçmişe baktığımda bunu daha da net görüyorum. Anne babası tarafından çok sevilen, sohbetin eksik olmadığı bir evde büyüyen iki kız kardeşiz. Okullar biter bitmez İstanbul’da deniz kenarında bir yazlığa giderdik; üç ay boyunca denizle, arkadaşlarla geçen harika zamanlar… Başka bir Türkiye’nin çocuklarıyız. Arkeolog ya da gazeteci olmayı hayal ederdim, ancak matematiğe olan ilgim nedeniyle sayısal bir alanda okuyacağımı düşünürdüm. 16 yaşında Marmara İletişim’e girdim ve okulumu çok sevdim. Sanırım ikinci sınıftaydım; 17 yaşımdayken bir yaz günü Sabah Gazetesi’nde staja başladım. 1995 yazında başlayan o yolculuk hâlâ değişerek ve dönüşerek devam ediyor. 5 yıl Sabah, 8 yıl Milliyet, 2.5 yıl Habertürk, 2.5 yıl Akşam derken, gazetevatan.com ve Sözcü Gazeteleri’nde editörlükten yazarlığa, yayın yönetmenliğine kadar birçok görevde bulundum. Gezi olayları bizim sektör için bir dönüm noktası oldu. İşsiz ve mesleksiz kaldık. Ancak bu zorlu süreç aynı zamanda benim için dönüştürücü de oldu. Her işsiz kaldığım ya da sorun yaşadığım dönemde hobilerimden yeni işler yarattım ya da bu işler karşıma çıktı. Hayal Kahvesi’nde DJ’lik yaptım, “Şehirli Sofralar” adlı bir televizyon programı hazırladım. Nasıl bir insan olduğum yılları kapsayan bir soru; ancak beni bugünkü halime getiren şeyin samimi merakım olduğunu düşünüyorum.
İstanbul sizin için ne ifade ediyor? Çocukluğunuzun İstanbul’u nasıldı?
Pek çok ülke ve şehir görmüş biri olarak “Dünyanın en güzel şehirlerinden biri” derdim. Hâlâ bu kadar güzelse, başına gelen onca şeye rağmen dünyanın en güzel şehri belki de... İstanbul doğal olarak güzel. Kendinden şahane. Ancak plansızlık, umursamazlık ve sınırsız bir kaynak gibi görülmesi bende sevgiyle birlikte hep bir sızı yaratıyor. İstanbul, her geçen yıl bir öncekinden daha güzel. Çocukluğumun İstanbul’u, tabii ki, bugünkünden daha güzel geliyor; özellikle denizi ve yazlık semtleri daha az katlı binalarıyla. İmkânlar ve görgü arttı belki, ama insan sayısı ve düzensiz kentleşme üzücü. İstanbul’a hep borçlu hissediyorum kendimi. Vapurları için bile âşık olunur İstanbul’a.
2019’da podcast yayınlarına başladınız, yanılmıyorsam. O dönem Everest Yayınları’nda çalışıyordum ve tramvayla Sultanahmet’e giderken sizi dinliyordum. 2022’de İzmir’e yerleştim ve şimdi Konak’tan Bostanlı’ya giden vapurlarda neredeyse her sabah ve akşam sesiniz bana eşlik ediyor. “Nasıl Olunur” isimli podcast yayınlarınıza olan sevgimi anlatmadan bu soruya geçmek istemedim; sözümü uzattığım için bağışlayın.
Estağfurullah, ne mutlu bana. Böyle duyduğumda gerçekten çok seviniyorum.
Pandemi, podcast yayınlarının olumlu anlamda etkilendiği bir süreç olarak değerlendirilebilir birkaç açıdan. “Nasıl Olunur” gibi bir projenin başarıya ulaşmaması zaten şaşırtıcı olurdu; ancak pandemi de “Nasıl Olunur”u parlatan bir etken miydi sizce?
Belki de öyledir. Bana “Pandemide tutkunu oldum” diyen çok insan var. Ancak “Nasıl Olunur”un pandemiden önce de kemik bir kitlesi oluşmuştu. Pandemiden önce, genele hitap eden az sayıda podcast vardı aslında. “Nasıl Olunur”un da çok dinleyicisi vardı; pandemi muhtemelen dinleyici sayısını artırmıştır, çünkü pandemi genel olarak hem podcast yayıncısı hem de podcast dinleyicisi sayısını artırdı. 1’se 10 oldu ikisi de. Bir de ben 5 yıldır yazkış, hiç ara vermeden düzenli aralıklarla yayın yapıyorum. Pandemide haftada bir doyurucu yayın yaptım; ben bile kendime inanamıyorum. Son dönemde “Nasıl Olunur”u 15 günde bir yayınlıyorum. “Yemekte Bile Yemek Konuşuyoruz” ise haftalık...
Podcast işinde birçok insana örnek olduğunuzu düşünüyor musunuz, böyle dönüşler oluyor mu size? Benzer işler yapacak kişiler sizden danışmanlık istiyor mu?
O kadar çok insan yazdı ki… İlk dönemlerde yazıp soran, fikir alan ya da benim haberim olmadan çok güzel işlere başlamış ve sonra bana “Sizin sayenizde yapıyorum” diyerek podcastini gönderip teşekkür eden çok oluyordu. Artık şahsen tanışırsam söyleyen oluyor. Danışmanlık... Keşke. Biz Türkler her şeyi bilerek doğuyoruz genelde :)
Uzun yıllar gazetecilik yaptınız, editörlük mesleğinin inceliklerine vakıfsınız. Bu yüzden sormak istiyorum; geleneksel medyada çalışan bir gazetecinin yaptığı röportaj ile sizin bugün yaptığınız sohbetler arasındaki farklar nelerdir?
Ben “Nasıl Olunur” için “gazetecilik birikimiyle yapılan söyleşi-sohbet” diyorum. Çünkü gazeteciliğin daha keskin çizgileri var. Örneğin, konuğuna “Sen” demek benim için hoş değil eğer bu bir gazete röportajıysa. 5 yıllık arkadaşınla röportaj yapıyorsan bu yakınlığı önden belirtir ve “Sen” dersin. Yine de bu bana göre. Bu eski ve köhne bir kural da olabilir ama gazetecilik mesafe işidir. Karşındakine, konuya mesafeli ve objektif olmak zorundasın. “Nasıl Olunur”da da bu var. Ancak daha samimi. Çünkü gazetecilikte, taban tabana zıt düşündüğün, hatta nefret edebileceğin insanla bile bir araya gelip onunla konuşabilmelisin. Ama ben sadece beğendiğim, sevdiğim insanları davet ediyorum. Kimi zaman kendilerini övemezler diye ben onların önemli yeteneklerini vurguluyorum. Üstelik ben de konuştuğumuz konuda görüşümü bildiriyor, hikâyeler anlatıyorum. Kitaplardan, filmlerden alıntılar yapıyorum. Her iyi gazeteci/röportajcı konuyu konuğuyla biraz örer. Ama “Nasıl Olunur”da bu örgüde benim rengim gazetecilikte olması gerekenden daha fazla, daha belirgin. Her bölümü konukla birlikte örüyor, yazıyoruz.
Siz konuklarınıza nasıl hazırlanıyorsunuz? Hakikaten örnek alınacak bir tarzınız var. Mesela bir YouTube kanalı var, ŞOKOPOP adında, onun da videoları yaratım sürecinde verdiği emeğe, araştırma kabiliyeti ve zahmetine hayranım. Sizin de bir sohbet için belki haftalarca bir konukla kafanızın içinde yaşadığınızı, onunla uyuyup onunla uyandığınızı düşünüyorum. Podcastlerinizin yaratım sürecinde hangi evrelerden geçiyorsunuz?
Ha ha!! Bravo! Editör editörün halinden anlar! Ne güzel böyle anlaşılmak. Türkiye’de çok insan “komisyoncu” oldu, kimse kendi üretimini yapmaya meraklı değil, alıyor satıyor bu da üretimle empatiyi azaltıyor. Nasıl üretildiğine empati yapan insanlarla konuşmak beni çok rahatlatıyor. Umutlanıyor, hatta neşeleniyorum. Ne güzel... Neyse... Evet tam da öyle kimi konuk edeceksem onunla yatıp onunla kalkıyorum gibi; bazen de zaten ürettikleriyle yaşadığım insanları davet ediyorum direkt zaten. Yani yıllardır onu okuyor, izliyor olduğum insanlar... Ama en çok yapmaya çalıştığım “Nesi farklı? Onu diğer şarkıcılardan, yazarlardan vs. ayıran ‘bence’ ne?” Bu sorunun yanıtı benim için en önemli şey oluyor. Yazdıkları kitapları, katıldıkları söyleşileri vs. her şeyi okuyup izliyorum, kimi zaman arkadaşlarını arıyorum. En önem verdiğim şey ondaki “o şeyi” keşfetmek, onu buldum mu, kişi kendini kendi anlatır zaten, rahatlıyorum. Bir de ben çok not alıyorum ama hiç soru çıkarmam. İnsanlar genellikle buna şaşırıyor. Soru çıkarınca ezber gibi geliyor bana. Sohbet bu.
Gazeteciliğin ve günümüz kültür dünyasının içinde bulunduğu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz? Mesleğe başladığınız yıllar ile şimdiki zamanları kıyaslayınca ortaya çıkan tablo nedir?
Kaç saatimiz, kaç sayfamız var! Ben gazeteciliğin teoriğine de ilgi duyan, doğru uygulanmasına takıntılı biriyim. Büyük bir uçurum olduğu herkesin malumu sanırım. Eski nesil gazeteciler de etiği, ideali takmamaya başladı bu kötü. Mesleğe başladığımda da gazetelerde çok sorun, çok hata vardı, o zaman dünya eleştirirdik kendimizi, kendi kendimizle dalga geçerdik. Ancak hem gazetenin, gazetecinin etkisi büyüktü hem de halkın yararına düşünmek en azından biz editör ve muhabirler için öncelikti. Şiimdi hükümet baskısı, sansür, sansüre gerek duymamak için yalan-yanlış haber paylaştıran ‘güçler’, troller, pıtırcık gibi ortaya çıkan ‘gazete’ rolü yapan internet siteleri, twitter hesapları, eski nesil olsalar da etik kaygılardan çok rakamları-popülerliği öncelikli tutan şöhretler, dijitalleşmenin, hızlı ve ücretsiz haberin öne çıkışı gibi pek çok nedenle doğru ve güvenilir haber almak mucize gibi.
Gözlemleyebildiğim kadarıyla çok yoğunsunuz, çok güzel işler yapıyorsunuz, “Nasıl Olunur” var, “Her Umut Ortak Arar” var, “Yemekte Bile Yemek Konuşuyoruz” var. Belki bilmediğimiz yeni kitap hazırlıkları ve başka proje girişimleri de var. Tüm bu yoğunlukta bir gününüz nasıl geçiyor, beden sağlığınıza ve yemenize nasıl dikkat ediyorsunuz?
Çok masa başında kalıyorum, sağlığıma pek dikkat edemiyorum; yüzmeyi ve yürümeyi sevmem tek avantajım. Kamburluk ve fizik tedavi ihtiyacı yazı yazmanın getirisi gibi bir şey zaten. Üçüncü kitabı yıllardır yazmak istiyorum, bir çocuk kitabına başladım çizimleri bile yapıldı biraz ama yarım kaldı bir türlü bitiremiyorum. herumutortakarar. com’un bir kitabı olmalı, inşallah bu sene... Plan, proje çok ama zaman bulamıyorum. Yemekte Bile Yemek Konuşuyoruz’dan da bir kitap çıkar ama bilmem ne zaman...
Ben sizin sohbeti döndürme, ilerletme ve açma kabiliyetinizi öve öve bitiremeyen biri olarak gerçekten bunun biraz Allah vergisi bir yetenek biraz aileden gelen bir miras biraz da çok erken yaştan beri gazetecilik mesleğinin içinde olmanıza bağlıyorum ama sormak istediğim, ailenizde herkes böyle hoş sohbet, konuşkan ve ifade gücü yüksek insanlar mı? Kime çektiğinizi söylerler bu konuda?
Teşekkür ederim. Diyorum ya; samimi merak önemli. Bazen kendi kaydımı dinlerken kendimi kaptırışıma kendim gülüyorum, fark etmeden, refleks gibi sormuş konuşmuşum. Kardeşim de gazeteci. Bizde herkes konuşkan ve meraklıdır. Annem çok sosyaldir, babam da çok yazınsal.
Sizi Beymen’in yaratıcısı olduğu “Lüksün İzinde” adlı belgeselde de izledik, orada “lüks bir eğlence tipi de olabilir.” diyordunuz. Bu cümlenizden ve yakın zamanda Yunanistan’da deneyimlediğiniz o, 7’den 70’e topyekûn neşeden sonra bizde epeydir eksilen neşeyi hatırlamanızdan hareketle Türkiye’de eskiden çok ulaşılabilir olan şu ansa lükse dönüşen neler oldu anlatır mısınız? Bunu maddi olarak da manevi olarak da ele alabilirsiniz tabii.
Ya Yunan panayırlarını anlattığım Instagram postlarını diyorsunuz. Sonra Yemekte Bile Yemek Konuşuyoruz’un ‘Yemekte Bile Para KonuşuyoruzYunanistan’ adlı bölümünde de anlattık. İşte o basit, semt panayırları eğlencede ‘bize’ lüks. Birlikte eğlenmeyi, gülmeyi unuttuğumuz, arayıp arayıp bulamadığımız şu günlerde kızgın kumlardan serin sulara atlamak gibi geldi, kana kana içtik. Önce eğlendik, biz de dans ettik, sonra ağlayasım geldi benim. “Niye biz böyle olamıyoruz artık, eskiden böyleydik, ne kadar güzel” diye diye içlenerek izledim olup biteni. Sabaha kadar dans edip şarkı söylüyorlar yahu! Türkiye’de haklının hakkı da lüks, iş de eğitim de, adalet de, gülmek de kıyılar da, kıyma da!
Bir kuruma bağlı olarak gazetecilik yapmayı bırakalı beri kendinize daha fazla zaman ayırabildiniz mi? Yoksa daha fazla mı yorulmaya başladınız?
Ben her daim çok çalışan biriydim. Çok! Belki şimdi eskisinden daha bile çok çalışıyorumdur ama çok daha verimli, çok daha yararlı, çok daha insani bir hal artık. Sömürürsem kendi kendimi sömürüyorum:)
Podcast yayınlarınız münasebetiyle çok fazla meslek erbabını yakından tanıdınız, hal böyle olunca da gözlemlerinize dayanarak “Türkiye’de yapılması en zor iş sizce nedir?” diye sormak istiyorum.
İlk kitabımın “Bütün İyiler Biraz Küskündür” olan adı Türkiye’de gerçekten iyi olup işini iyi yapmaya çalışan herkesin kendinden vererek bunu yapması üzerine. Türkiye’de gerçek meslek erbabı olanın, eğitimlinin değeri azaldı. Bu yüzden çalmadan çırpmadan, tanıdığı olmadan iş yapan kim varsa ona zor. Yazı-çiziyle, telifle geçinen yazarından çevirmenine kendi içinde bulunduğum alanları zor görsem de çiftçisi de mağdur bugün avukatı da ülkenin... “Taş taşımıyoruz sonuçta” denir ya, maden işçisinden tuvalet temizleyene her iş zor, daha da zorlaştı. Eskiden aşağı yukarı nerede ne iş yapabileceğini kestirebiliyordun. Şimdi master yapıp o eğitimlerin hiç gerekmediği bir fiziksel iş yaparken de bulabilirsin kendini, hiçbir eğitim almadığın işte müdürlüklerden müdürlükler de beğenip akrabalarını nereye atayacağını da düşünüyor olabilirsin.
Edebiyatla ilişkinizi biliyoruz, en çok sevdiğiniz yayınevlerini merak ediyorum. Sizin iyi bir Metis Yayınları fanı olduğunuzu tahmin ediyorum, yanılıyor muyum?
Ya ben ne bulursa okuyan biriydim. Şimdi iyice işin içinden çıkılmaz hale geldi! Metis’i tabii ki seviyorum, hatta evdeki çoğu kitap onlardan bile olabilir. Özellikle Metis bilim serisine bayılıyorum. Domingo ve çevirileri, Siren, İletişim, Aras, Can Yayınları, çizgiromana önem veren Desen gibi yayınevleri, mimarlık yayınları yapan YEM ilk aklıma gelenler. Doğan, Everest gibi yayınevlerinin yayın yönetmenleri arkadaşım, çok daha geniş bir yelpazeye hitap etmeye çalışmak zor da olsa iyi idare ediyorlar, çok kaliteli işler de çıkıyor...
Yemek ile aranız nasıldır, yemeği ve yapmayı en sevdiğiniz yemek nedir? Mutfakta çok zaman geçirir misiniz?
Yemek ile aram biraz iyi! Çok iyi yiyiciyim. Yemeği de çok severim, kimyasını hikâyesini öğrenmeyi de. Genel olarak tarihi ya da günceli, ekonomiyi yiyecekiçecekler üzerinden okumak hoşuma gidiyor. Yemek yapmayı sevmediğime karar verdim. Benim için çok zaman alan ve anında biten bir şey. Yemek alışverişine bayılıyorum, beni pazarlarda bırakın, iyi de seçerim ama yemek yapmak uzun ve fazla planlı bir iş benim için. Şanslıyım ki, ABD’deki ev arkadaşlarımdan anneme hep iyi yemek yapan ve yemek sevenlerle birlikte yaşadım. Şimdi de “Bir tost yesem” dediğim anda “Yok ya sana kavun dolması yapayım” diyen biriyle yaşamak bana iyi geliyor. En iyi zeytinyağlı pırasa yapıyorum sanırım. Onu da son yapalı çok oldu.
Nilay Hanım, son olarak okurlarımız için bir kitap bir de film önermenizi istesek bunlar ne olurdur? Tercihlerinizin sebeplerini de bizimle paylaşırsanız çok mutlu oluruz doğrusu.
Eternal Sunshine of the Spotless Mind, Shawshank Redemption, Kill Bill serisi gibi serileri hiç eskimedikleri için seviyorum ama bir şekilde film denince, hissiyle görüntüsüyle İtalyan yönetmen Paolo Sorrentino’nun filmleri aklıma geliyor. Çok etkileyici. La Grande Bellezza ya da Youth; bayılıyorum. Can Dostum diye çevrilen Intouchables beni hep gülümsetiyor. Türkiye’den de örnek vermem gerekirse Pelin Esmer’in İşe Yarar Bir Şey’ini çok severim. ilk aklıma gelenler bunlar. Son okuduğum örneği vereyim, Metis’den:) Begüm Özden Fırat ve Fırat Genç’in hazırladığı “Mülkiyet ve MüştereklerTürkiye’de Mülkiyetin İnşası, İcrası ve İhlali” Konu akademik gelebilir ama bence muhteşem, Türkiye’yi anlamak için iyi kitaplardan.