Vedat Bey öncelikle röportaj teklifimizi kırmadığınız için çok teşekkür ederim. İlk olarak okuyucularımıza kendinizden bahsetmenizi istiyorum. Vedat Ozan Kimdir?
Aslında akademik olarak kokuya ilişkin herhangi bir eğitim almış değilim. Küçük yaştan beri kokuya karşı bir ilgim vardı. Aşağı yukarı bir yirmi yıl önce bu ilgi yavaş yavaş profesyonel bir ilgiye dönüştü. Geçmişe baktığımda neredeyse tüm anılarımı kokularıyla beraber kaydetmiş olduğumu fark ettim ve bunun üzerine koku duyusu nedir diye merak ettim. Tabii merak etmek tek başına bir şey ifade etmiyor çünkü koku üzerine en az konuşulan ve en az şey bilinen duyu. Dolayısıyla pek çok şeyi kazıyarak bulmak durumundasınız. Biraz böyle zorlu bir süreç oldu. İlk başta “Bir parfüm yapabilir miyim?” diye başlayıp daha sonra “Tamam parfümü yaptık ama karşı taraf yaptığım parfümü nasıl algılıyor acaba? Bunun algısı nasıl gelişiyor insanlarda, bunun sosyolojik boyutu nedir? Psikolojik boyutu nedir?” gibi birtakım sorular çıktı karşıma, bunun üzerine de bu konularla ilgilenmeye başladım. Bol bol okudum.
Dünyanın muhtelif yerlerinde benim gibi konuya ilgi duyan insanlarla iletişime geçtim ve saire. Sonuç olarak da bir külliyat oluştu, o külliyatı önce bir radyo programına dönüştürdüm, daha sonra o radyo programını temel alan bir kitaplar dizisi çıktı ortaya: Kokular Kitabı. Yakın zamanda yeni bir kitap gelecek ama o bu dizinin devamı olmayacak. Ömür vefa ederse yeni bir seri kitap gelecek. Çok farklı dergilerde yayınlanmış makaleler var. Gastronomi dergileri vs. ve insanlar bu dergileri tek tek bulup tabii ki ulaşma imkânına sahip değiller. Dolayısıyla o yazıları toplayacağım, güncelleyip elden geçireceğim. Bazılarını kısaltacak, bazılarına ilaveler yapacağım çünkü dergilerde sayfa sınırı olduğu için her şeyi detaylıca koyamıyorsunuz. Dolayısıyla böyle yeni bir seri başlatmayı düşünüyorum. Katıldığım televizyon programları var. İnternette yapmış olduğum yirmi serilik Ufkun İki Katı diye bir program var. Onların hepsini deşifre ve formüle edip ayrı bir seri yapmayı düşünüyorum tabii ama çok vakit alacak bir şey, umarım o kadar vaktim vardır.
Peki yine Everest etiketi ile mi yayımlamayı düşünüyorsunuz?
Evet, Everest ile başladık oradan gidiyoruz. Önceki dört kitap oradan çıktı zaten. Kitapları yazma sürecinde Bilgi Üniversitesi’nden bir davet aldım ders vermek üzere ve orada kültürel incelemeler yüksek lisans programında koku ve duyuların kültürel tarihi adında bir ders verdim yaklaşık dokuz veya on yıl sürdü. Şimdi de kurumsal eğitimler veriyorum, koku ekseninde birtakım projelere danışmanlıklar yapıyorum. Sadece koku da değil aslında. Temel tat duyusu da dahil olmak üzere kimyasal duyular üzerine çalışıyorum diyebilirim.
Kokuları kültürel, tarihsel, kişisel geçmişimizden ve daha birçok etkenden dolayı güzel koku, kötü koku olarak kodluyoruz, bu kodlarla oynamak mümkün mü?
İşin başı öyleydi zaten, işin başında rahatsızlık yoktu. Kokularla ilgili biz önceden belirli birtakım bilgilerle doğmuyoruz. Onlara iyi, güzel, kötü, çirkin gibi tanımları, sıfatları, etiketleri biz yapıştırıyoruz. Dolayısıyla biz doğduğumuzda bütün kokular bizim için eşit. Dışkı kokusu, lağım kokusu bile bizim için kötü bir koku değil. Yeni doğmuş bir bebeğin altını açtığınızda gayet keyifle kahkahalar attığını görüyorsunuz dışkı kokusunun içinde çünkü onun için kötü kodlanmış bir koku değil. Sonra biz kültürel olarak onu yönlendiriyoruz. Tuvalet eğitimi veriyoruz, tuvalet eğitimi ile beraber dışkının kötü bir şey olduğunu, ayrı bir yerde onun çıkartılması gerektiğini öğretiyoruz. Koku da her zaman bir temsil bunu unutmayalım, birtakım olguların ortamdaki kimyasal temsili koku oluyor. Dolayısıyla dışkının kimyasal temsili de dışkı kokusu oluyor. Dışkı kötü bir şey ise dışkının kokusu da kötü bir kokudur diye öğretmiş oluyoruz sonuçta. Hepimiz böyle öğrendik ama böyle öğrenmeyen kültürler var. Vücuduna kendi vücutsal atıklarını idrar veya dışkıyı süren insanlar var. Mesela Afrika’nın batısında bir bölge olan Mali’de Dogon diye bir kabile yaşıyor. Soğan onlar için neredeyse kutsal bir şey gibi. Tereyağının içinde soğanı çevirip üstlerine sürüyorlar. Mesela siz nasıl parfüm alıyorsunuz, onlar da onu kullanarak çekim yaratmaya çalışıyorlar. Dolayısıyla iyi kötü son derece kültürel olarak değişen bir şey. Bizim hayatımızda çok önemli bir kırılma olursa, o kırılmaya da koku eşlik ederse kırılmanın olduğu yönde kokunun anlamını zihnimizde değiştirebiliyoruz. Bu iyi bir kırılma da olabilir kötü bir kırılma da olabilir.
Bir sürü parfüm var X3 X4 X5 X6 X7 gibi örneğin. O güne kadar X5 diye bildiğiz ve sizin için çok aralarından sıyrılan bir parfüm değilken ilk aşkınızın üstünde X5 kokusunu duymaya başladığınızda artık o X5 olmaktan çıkıyor, “aşkın kokusu” haline geliyor. Dolayısıyla etiket birden değişiveriyor. Daha önce hoşunuza giden ya da sizi rahatsız etmeyen bir kokuyla beraber yaşarken o kokunun bulunduğu ortamda çok güçlü bir travma yaşarsanız bir ölüm, saldırı vs. yaşamsal risk içeren bir durum yaşarsanız o koku o durumla eşleşiyor ve o ana kadar sevmiş olmanız hiçbir şey ifade etmiyor, o andan sonra o kokuyu yanınızda bulundurmak ve artık o kokuyla ilişki kurmak istemezsiniz çünkü o kokunun kaynağı sizin için kötü bir şeyi temsil ediyordur artık.
Normalde bir kokuyu ilk duyumsadığımız andaki duygu durumumuz o kokuyla beraber biz ölene kadar yaşıyor ama dediğim gibi bu tip kırılmalar onların anlamlarını değiştirebiliyorlar. Yani bir kokuyla ilk karşılaşma anımız bizim için çok önemli çünkü etiketi o anda takıyoruz aslında bir daha da ekstra bir durum olmazsa o etiketi çıkartmıyoruz.
Koku duyusu bizim beynimizde bellek ve duygu durumunun işlendiği yerde işleniyor. Limbik sistem dediğimiz bir sistem var, koku duygu ve bellek aynı yerde işleniyorlar dolayısıyla kokuların geriye dönük çağrışımları, kokuların beraber getirdiği duygusal yükler vs. hepsinin birbiriyle çok yakın ilişkisi oluyor. Diğer duyularda bu kadar güçlü bir bağlantı yok bellekte. Görmede bu kadar yoğun duygu yaşamıyorsunuz bir şeyi tekrar gördüğünüzde mesela.
Diğer duyular demişken de koku ve lezzet ilişkisi üzerine de sizin düşüncelerinizi merak ediyoruz açıkçası. Neler söylemek istersiniz?
Koku ve lezzet çok bilinen bir ilişki değil. Genellikle yemek, beslenmek, içmek ve koku dendiği zaman anlaşılan şey ya tencerenin kapağını kaldırıp koklamak ya da tabağın üzerine eğilip koklamak. Hâlbuki koku duyusunun diğer duyulardan temel bir farkı var o da koku duyusu çift kanallı olarak çalışıyor. Biz sadece burnumuzla ve dışarıdan koku almıyoruz. Burnumuzla ve dışarıdan aldığımız kokunun beynimize iletildiği kanala ortnazal kanal diyoruz. Bir de retronazal kanal var o da damak üzerinden gidiyor ve aynı yere ulaşıyor. Dolayısıyla yiyecek koku ilişkisi dediğimizde aslında dışarıdan gelen yiyecek kokusu değil, yiyeceği veya içeceği ağzımızın içine attığımız anda fark etmeden damağımızın üzerinden aldığımız kokuyu kast ediyoruz. Bunu çok fazla bilmiyoruz günlük hayat içinde.
Aslında biraz zorlasak çözebiliriz. Mesela nezle olduğumuzda hiçbir şeyden lezzet alamamamız bundan sebeptir. Covid’de koku duyunuz gitti, yedikleriniz saman gibi geliyor, tat da gitti diyorsunuz. Hâlbuki tat duyusu gitmiyor aslında, tat duyusu orada. Tuzlu mu ekşi mi ayırabiliyorsunuz ama biz tat duyusunun sadece tatlı, tuzlu, acı, ekşi ve umami dediğimiz beş kısıtlı kulvardan oluştuğunu unutuyoruz, lezzet dediğimiz toplam kavramı tat kelimesi ile isimlendiriyoruz. Çilek tadı diyoruz, etin tadını alamadım diyoruz. Aslında et tadı diye bir tat yok bizim hayatımızda. Tuzlu, tatlı, ekşi, acı ve umami var, et aroması var. Aroma da o retronazal yani damak üzerinden yükselen kokuya verdiğimiz isim. Bundan sebep aslında kokuyla beslenme birebir ilişkili yani bizim için yaşamsal önemi olan bir şey çünkü koku duyusu sayesinde biz yediğimizi veya içtiğimizi tanımlama imkânına sahip oluyoruz. Yani çilek kokusu dediğimiz koku aslında bir takım kimyasal moleküllerin belirli bir oranda bir araya gelmesinden oluşuyor. Biz o molekülleri ilk nerede duyumsadıysak ve duyumsadığımız yerde onun üzerinde çilek diye bir etiket varsa tekrar o kokuyu duyumsadığımızda “Gözünü kapa, burnunu tıka sana bir meyve vereceğim, bu ne?” dediğimizde veya meyveyi ağzınıza attığınızda gelen koku daha önceki kaydı geriye çağırmamıza yardımcı oluyor ve bu çilek diyoruz. Onun dışındaki duyusal bileşenler bizim tanımlama yapmamıza imkân vermiyorlar çünkü biz aynı tatlılıkta yüzlerce farklı yiyecek tüketebiliriz. Aynı yumuşaklıkta yüzlerce farklı yiyecek, aynı akışkanlıkta yüzlerce içecek. Ayrıcı olma özelliğini veren aslında bizim koku duyumuz. Bundan sebep de her ne kadar koku endüstrisi parfümlerden ibaret sanılıyor olsa da endüstrinin en büyük bölümü, yani yaklaşık yüzde ellilik bir bölümü, aroma dediğimiz o damak üzerinden alınan koku üzerinden yürüyor çünkü onları tonlarla, kilolarla tüketiyoruz, parfümleri otuz mililitre, yirmi mililitre, yüz mililitre gibi rakamlarla tüketiyoruz.
Kokuların farklı cinsiyetlerde kalıcılık oranı değişir mi? Hormonlara bağlı bir değişkenlik söz konusu mu?
Cinsiyetteki kalıcılık oranı çok fazla değişmez, alıcılık oranı değişir. Kadınlar erkeklerden daha iyi koku alırlar, bu net bir bilgi. Öyle olmak zorunda çünkü her ne kadar biz bugün toplumsal yapı olarak erkek egemen bir toplum haline gelmiş olsak da doğada seçici olan kadın, yani dişi. Seçimi dişi yaptığı için, seçimde kullanacağı duyuları daha gelişkin olarak kullanmaya mahkûm bu sebeple gelişmiş olmak zorunda da diyebiliriz. Tabii bu bahsettiğim bizim bugün insanların dönüştüğü sosyal birer varlık olma hali değil, vahşi bir canlı olduğumuzu düşünelim. Evlilik kurumu yok vs. üreme temelli bir ilişkinin içine girdik ve iki kişi bir araya gelecek, çiftleşecekler ve bir çocuk yapacaklar. İşte orada seçici olan kadın. Oradaki seçimde en büyük araç da aslında çok fazla farkında değiliz ama koku duyusu çünkü koku hep bir şeyin temsili. Vücut kokumuz da bizim genetik yapımızın temsili. Dolayısıyla biz sonraki neslin doğru bir şekilde yola devam edebilmesi için uygun genetik partneri bilinç dışında, yani farkında olmadan karşı tarafın vücut kokusu üzerinden seçerek bugüne kadar gelmişiz. Bugün tabi bunu yapabilme imkânımız yok çünkü kimse kimsenin vücut kokusunu duyabilme imkânına sahip değil, her taraf kokuyor zaten. Ek olarak bugün sadece çiftleşip de çocuk üretmek için bir araya gelmiyoruz. Artık uzun süreli ilişkiyi ve evlilik kurumunu sosyal bir olaya dönüştürmüş durumdayız. Diğer canlılardan farklı olarak bizim dışımızda başka böyle canlılar yok.
Dolayısıyla cinsiyetler kalıcılık oranlarını belirlemekten ziyade cilt tipleri kalıcılık oranlarında biraz etkili. Yağ her zaman biraz daha fazla tutar. Yağlı bir vücuda sahipseniz, yağlı bir cilde sahipseniz biraz daha uzun kalabilir ama bunlar çok nispi şeyler. Yüzde üç, yüzde beş daha uzun kalsa çok fazla fark edilebilecek bir şey değil. Hormonsal yapıdaki herhangi bir değişim, vücut kokusunda minör de olsa değişikliklere yol açabiliyor. Sonuçta vücut kimyamız değişiyor, o kimya değişiminin ortama bir yansıması da illaki var. Mesela korktuğumuz zaman, her ne kadar biz fark edemiyor olsak da vücut kimyamızdaki değişimi bizden daha kuvvetli koku alabilen canlılar tespit edebiliyorlar. Köpekler korktuğunuzu anlayabiliyor. Hatta “Köpekten korkuyorsan korktuğunu belli etme, üstüne gelir” gibi söylemler de vardır.
Bizim vücudumuzda meydana gelen her türlü değişimin ortama bir kimyasal yansıması oluyor. Bu iyi de olabilir kötü de olabilir. Pek çok kanser türünde mesela köpekler yüzde seksen yüzde doksan oranında tanı yapabiliyorlar. Köpek tabii şu kanser var demiyor ama bir şey değişmiş diye size işaret ediyor. Dolayısıyla kalıcılıktan ziyade hormonsal yapıdaki bütün değişimler, o değişimin temsili olan kokuyla beraber var oluyorlar.
Kişi kendine koku seçerken nelere dikkat etmeli? Kendi beğendiği hoşuna giden kokuyu mu yoksa algılanmak istediği kimliğe bürünmek için mi bir koku mu tercih etmeli? Ne doğru olur?
Yani koku derken parfümü kast ettiğinizi düşünüyorum. Koku üzerine o kadar az konuşulan bir duyu ki, kendine ait bir lisan geliştirememiş. Birtakım kalıpları her şey için kullanıyoruz. Aslında koku duyu, parfüm ürün ama nasıl bir ürün, duyuya hitap eden bir ürün. Ben bile dalıp diyorum mesela yeni kokuma bakar mısın diye ama aslında parfümüme bakar mısın demek istiyorum. Yüksek bağlamlı kültürler denilen kültürlerdeniz biz. Söylediğimiz şey bazen söylediğimizin tam tersi olarak bile olabilir. Beraberinde jest, mimik içinde bulunduğu bağlam çok etkileyebiliyor. Yani kimyasal duyularda çok önemli bir lisan eksikliğimiz var. Onun altını çizmek için bunu söylemek istedim.
Sorunuza gelecek olursak da kendi beğenilerimiz derken zaten genelde her şeyi nasıl algılanmak istiyorsak öyle seçiyoruz. Kafamızda bir ideal kişilik var, bunu bilinçli veya bilinçsiz olarak yapabiliriz. Mesela bir triko seçiyorsunuz, trikonun modeli, rengi, dokusu sizde hoş olacağına, huzur vereceğine, sizi ortamda doğru temsil edeceğine dair bir inanç doğuruyorsa o trikoyu satın alıyorsunuz -bütçeniz dahilindeyse tabii. Parfümde de aynı böyle, biz olmak istediğimiz ideal kişiliğe uygun bir parfüm seçiyoruz. Genelde olması gereken bu fakat toplumsal akımların bizim beğenilerimizi yönlendirdiğini de hiçbir zaman unutmamamız lazım.
Parfüm konusunda da bir yönlendirmeden bahsetmek mümkün mü?
Tabii ki. Dönemsel değişen yönlendirmeler var ve ek olarak modası var bu işin. Aynı görsellik gibi, konjonktürel bütün değişimler aslında parfüm dünyasına da yansıyor. İnsanlar bir dönem bağır bağır, çok seksi parfümler kullanırken AIDS diye bir şey çıkıyor ve birden üniseks, aseksüel, daha deniz ferahlığı gibi seksi olmaktan uzak parfümlere bir kayış başlayıveriyor. Meyveler birden coşuveriyor on sene boyunca vs. dolayısıyla dünyadaki akımlar nasıl gidiyorsa parfümü asla onlardan çıkarabilme imkânımız yok çünkü zaten parfüm endüstrisinin itici motoru moda endüstrisi.
Biz parfüm şişelerinin üzerine baktığımız zaman genellikle modacıların isimlerini görüyoruz. Bu insanların aslında parfüm yapmakla bir ilgileri yok. İsimlerinin lisansları alınarak onların adıyla parfümler satılıyor. X diye bir modacı diyelim beşer onar yıllık dilimler içinde kendi moda çizgisini değiştiriyorsa o modacının parfümlerinde de aynı değişimi gözlemlemek mümkün oluyor. Özetle parfümde temel olan şu, bir parfüm sürüp içinde kendimi rahat hissediyorsam, beni sosyal ortamlarda temsil ettiğine inanıyorsam o parfüm benim parfümümdür. Bu arada parfüm bizim biyolojik bir ihtiyacımız değil bunu da unutmayalım. Parfüm kullanmadığı için ölen kimse yok dünyada.
Koku uzmanı insanların ve sizin bu duyunun sağlığını korumak için aldığı bir önlem var mı?
Mümkün mertebe koklamaların olduğu ortamları sık sık havalandırmak gerek. Koku duyusunu geliştirmek mümkün bu arada. Koku algı eşiğiniz ile çok fazla oynayamıyorsunuz ama koku tanımlama yeteneğinizi siz yaratıyorsunuz. Biz doğuşta genetik koku algı eşiği ile doğuyoruz. X kokusundan ortamda bir birim varken ben o kokuyu alabiliyorsam siz yine aynı kokuyu ortamda ancak üç birim varken alabiliyorsanız ikimizin koku algı eşiği birbirinden farklı demek. Zaten bütün insanların koku algı eşikleri farklıdır. Bazen birisi diyor ki burası kokuyor, öbürü diyor ki hayır ben koku almıyorum.
Parfüm kullanımı konusunda çok dikkat etmek lazım. Karşı tarafı rahatsız edecek parfümler kullanmamak lazım. Birinci bölge dediğimiz, kolları yana açtığımızda o bölgenin dışına çıkmaması lazım. Yandaki kişi bunu tercih etmiyor olabilir, onda bir travmayı bile tetikleyebilir, bilemezsiniz. Koku algı eşiğimiz bizimle beraber gelen bir şey. Çok zorlayıp çok çalışırsak küçük oynamalar gerçekleştirebiliriz ama koku tanımlama bizimle gelen bir şey değil. İlk başta dediğim gibi, biz kokuları duydukça onlara etiket takıyoruz diye. Biz koku belleğimizi ne kadar geniş ve kuvvetli hale getirirsek koku tanımlama yeteneğimiz de o kadar artıyor. Çok çalışırsanız, bu alanda çok ilerlerseniz mesela bir çay içerken veya bir şarap içerken veya bir parfüm sıkıldığında, bunda çilek var, böğürtlen notası var, vanilya geliyor buradan diye isimlendirebiliyorsunuz. Eğer bu kadar çok çalışıp kafayı takmadıysanız, “Bundan bir koku geliyor tanıyorum ama dilimin ucunda söyleyemiyorum” deyip kalıyorsunuz. Bu keyifle ilgili bir şey değil, bilmeden de keyif almanız çok mümkün. Hatta bilmeden daha fazla da keyif alabilirsiniz çünkü bildiğinizde çok analitik yaklaşmaya başlıyorsunuz ve işin ortaya çıkış sebebi kaçıyor.
İyi kokmak, güzel kokmak lüks bir şey mi? Pahalı markaların parfümlerini, o pahayı belirleyen ham madde kalitesi mi yoksa marka değeri mi?
Biz bağlamın içinde kabul ediyoruz. O bağlamı oluşturmanın masrafının da bedelini tabii ki ödüyoruz bir parfüm alırken. Sonuçta markalar da bir ifade, bir kimlik şemsiyesi yaratmışlar. Siz o markayı satın aldığınızda o kimlik şemsiyesinin altına girmeye çabalıyorsunuz haliyle. Bunu yaparken de bazen gerçekten kendi beğeninizin olup olmadığını da unutuyorsunuz, toplumsal yönlendirme dediğimiz konu ile ilgili olarak.
Büyük ve kuvvetli markaların yeni koku moleküllerine erişebilme imkânı daha fazla. Daha önce başka bir yerde duymadığınız bir kokuyu yaratma imkânı daha fazla ancak daha fazla demek sadece onlar yapabilir demek değil elbette çünkü bu iş hammadde ile ilgili değil, bu bir kompozisyon meselesi. Üç tane hammaddeniz olsa o üç hammaddeden onlarca farklı kompozisyon çıkartabilirsiniz ortaya. Bu aynı şeflik gibi, çünkü o da zaten koku üzerinden giden bir meslek, mutfaktaki kompozisyon işi o da yani. Bir bestekâr veya mutfakta çalışan bir aşçı gibi parfüm yapımı da böyle aslında. Bir şeyleri bir araya getirip kompozisyon yapıyorsunuz. Kullanılan malzemenin içeriğinden ziyade, bir dereceye kadar o da etkili olabilir, ama esas olan o malzemelerin hangi oranda bir araya getirildiği. Sonuçta çok ucuz malzemelerden muhteşem bir şey de çıkartabilirsiniz. Japonlara bir A4 kâğıdı veriyorsunuz, adam alıyor eline makası origami diye bir şey çıkartıyor ortaya. Elindeki hammaddesi bir kâğıt baktığınızda, başka bir şey değil. Dolayısıyla evet markaların algılarının mıknatısına kapılıyor olabiliriz ama bunun ne kadarı gerçekten bizim düşüncemiz ne kadarı bizde imal edilmiş bir rızanın veya arzunun karşılığıdır bilemiyorum.